Rosalindie Meinhard
Her ikisi de sonra belirlenecek
Katie Mcgrath
Tiyatro Öğretmeni
Aslında çok da uzun zaman olmamıştı onunla tanışalı. O dimdik duruşuyla hayalindeki kahraman erkek portresini doldurabiliyordu, tüm etkileyici kimliğiyle. Ona sahip olduğunda egosunun alacağı vaziyeti hayal bile edemiyordu. Fakat yine yanlış anlaşılmamalıydı bu durum. Carlos onun için asla bir ego meselesi olamazdı. Aşktan, tutkudan arınıp egolarının hükmüne yenildiği gün kendisi için hiç duyulmamış lanetler savurabilirdi. Gözlerinin içine bile bakmak bedenindeki tüm sinirleri uyuşturuyordu adeta. Başka gözlerin iz bırakması da o deryalarda yakardı ruhundaki tüm merhameti ve o gözleri söküp dünyanın en ücra köşesinde saklardı . O gözlere sahip beden aşkın kokusuyla gelip gardiyan aşığından teslim alana kadar, aşık kadın ona kendi gözlerine nazaran daha fazla kaygı gösterirdi şüphesiz. Aşk masallarına konu olmaktansa geleceğin Şehrazat’ını aç susuz bırakmayı yeğlerdi, aşkını onun kollarında yaşamak uğruna. Belki son nefesine kadar sevişmezdi hatta dudaklarının sıcaklığını bile hissetmezdi fakat onun olduğunu bilirdi. Bilhassa böyle olduğunda ruhları birbirinden ayrılamazdı zaten. Hani derler ya bir dokunuşla bile karşısındakinin duygularını hissedebilirsin diye, işte Rose da Carlos’un dokunuşuna muhtaç bir aşıktı. Hayatında tatmadığı duyguların içinde boğulurken kendindeki değişimin ruhsal boyutunu aşıp fiziksel boyuta geçtiğinin farkındaydı. Rengarenk kıyafetleriyle koşup duran kız şimdilerde yerinden kımıldamayan seksenli yılların ağır bastığı bir giyim tarzına bürünmüş gülüşünü derin bakışlara bırakmıştı. Her ne kadar arkadaşları tarafından eski neşeli hayatına çekilmeye zorlansa da bir parçası hep soğuk kalıyordu, ona muhtaçtı. Bu aşk insanın içini kıpır kıpır ettirmiyordu bilakis duygularını daha da içine gömdürüyordu. Matt gibi değildi. O sadece basit, kısa süreli bir platoniklikti. Naylondu, gerçek duyguları barındırmıyordu sadece arzuyu çağrıştırıyordu. Başka bir kadınla olma fikri onu sadece hırslandırıyordu, içindeki tutkuyu ateşliyordu. Fakat böyle bir durumu Carlos’la yan yana getirdiğinde dayanılmaz acılar da peşinden geliyordu. O an katil olabilecek gücü kendisinde bulabilmesi hiç de şaşırtıcı olmazdı. Gerçi şimdi de ruhen sağlıklı bir birey sayılması mümkün değildi. Arada içki şişesinde onun resmini arıyordu. Belki bardağa boşalan viskiden o kadife sesi duyabilecekti. Bu şizofrenik dünyada kaybolurken aşkının yavaş yavaş öldürücü bir tesiri olduğunu anlayabiliyordu. Yavaş yavaş onu dış dünyadan koparıp kendine saklamak istiyordu ve bu hisse karşı koymak mümkün değildi. Sorunların tümünü kendinde arıyordu. O kadar sadıktı ki bunu bile düşünebilme yetisine sahip olmuştu, yazık.
İşte tam da bunları o lanet anı yaşamadan birkaç saat önce düşünmüştü Rosalindie. Sadece bir tek an aşkını akıl almaz bir nefrete dönüştürebilmişti. Gözlerindeki yaşlar neden kurumuyordu, ölüm neden bu kadar acısız görünüyordu ki ? Günlerce eve kapanmış açlıktan çığlıklar atarken komşusu bir çilingirci çağırarak kapıyı kırdırtmış kızın zavallı halini görünce de apar topar evine götürmüştü. Bir kase sıcak şehriye çorbası vermiş, içi bu masum kızı çöp eve göndermeye el vermeyince binbir ısrarla evinde tutmuştu. Ama sadık bir komşuları olmadığını nereden bilebilirlerdi ki ? Olan biten kız evden ayrıldıktan dört gün sonra gün yüzüne çıkabilmişti. Yaşlı Benalong çifti mutfaktan alınan bir ekmek bıçağıyla vahşice öldürülmüştü. Evin içerisinde dayanılmaz bir kan kokusu hakimdi ve tüm komşular ‘katil’ etiketini aynı kişiye takdim etmişti: Rosalindie McFlaw. Polis her ne kadar uğraşmışsa da iki cinayetten sorumlu kadını bulamamış ülkede kırmızı alarm vermişti. Eski Viktorya tarzı huzurlu bir binada meydana gelen bu cinayet çevredeki birçok ev sahibini huzursuz etmiş, insanlar güvenlik şirketlerinden çeşitli alarm sistemleri satın almıştı. Gazetelerde yayımlanan haberlerde otopsi raporundan çıkan sonuçlara göre yaşlı çiftin iç organları parçalanmış boyunlarındaysa tek bir nokta üzerinde bıçak çiziklerine rastlanmıştı. Ayrıca olay yeri inceleme ekibi kahve sehpasının üzerinde bozuk bir el yazısıyla, “Sizin suçunuz yoktu, sadece büyük bir hata yapıp her şeyi anlattım ve bununla yaşamanız zaten mümkün değildi. Ruhlarınız tekrar bu şirin eve geldiğinde okuyun, eğer bir şansım daha varsa beni affedin .” Cinayet masasında her ne kadar kafa yorsalar da kızın hayatına dair en ufak bir ipucu bulunmamasından dolayı nottan bir anlam çıkarılamamıştı. Evinde yapılan aramalarda bulunan telefon rehberindeki tüm numaralar aranmış fakat çoğu kişiden aynı yanıt alınmıştı: Sessiz sakin bir kız. Temizlik şirketinde çalışıyor. Oraya buraya temizliğe gider. Arda bir de bize uğrayıp iki kadeh atar. "Benim kadar büyük bir derdiniz olamaz şu meleti içmek için," derdi. Defalarca sorsak da körkütük sarhoş olduğunda bile ağzını bıçak açmazdı. Ne olursa olsun iyi bir kızdı, ağzından kötü söz çıktığı görülmemiştir. Bunlar çok basit bilgilerdi ve polise ışık tutmuyordu. Tek kilit genç kızdı o ise yer yarılmış da yerin içine girmiş gibiydi. Zanlı belli, neden yok, bağlantı yok ve en önemlisi katilin ta kendisi ortalıkta yoktu.
Hasır plaj çantasını ters çevirdi ve ne var ne yoksa yırtık kanepenin üstüne yığdı. Üç beş makyaj malzemesi çiçekli straplez bir bluz, kot pantolon ve askılı lacivert bir koton elbise vardı. Yanına biraz kuru gıda almış ne olur ne olmaz diye de evdeki kelebek bıçağını da çantaya atmıştı besbelli. Cilası dökülmüş bir sehpa, küçük kirli bir mutfak tezgahı ve yırtılmış duvar kağıtlarından oluşan ufak bir çapulcu dairesiydi. Burası zaten esrarkeşinden tut kapkaççısına kadar her türlü pisliğin bulunduğu bir pansiyondu. Ama saklanabileceği tek yer de malum burasıydı. Mutfaktaki kırık dökük çekmecelerin birinde bulduğu makasla arkadan topladığı saçlarını tek hamlede kesti. Şimdi dağınık, kuzguni saçlı bir katil olma sıfatına erişmişti. Pansiyonun kapısındaki seyrek sakallı sol gözünde eski bir bandaj duran göbekli adamın elinden kaptığı gazetelerden polisin ve basının hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalıştı. Hepsi boş laftı, hayatını araştırmak bir ilerleme sayılmazdı. Ama sevgilisine –hatta eski sevgilisine- ulaşabilmeyi beceremeyen bir avuç gerzek polis diye düşündü ve gazete okumayı da kesti. Stokladığı yiyecekler azalıyordu ve burada geçen her günü sadece pis kokmasına yarıyordu. Artık zamanı gelmişti. Aşkın nefrete dönüştüğü an sadece bedene olan tutkuyu iliklerinde hissediyordu. İhanetin bedeli acı olacak diye zırvalamıyordu bile. Gece uyumadan önce hep aynı şeyi söylüyordu, “Beni arzuladığını biliyorum, senin olacağım. Bedeliyse benim olacak.”
Gördüğü kabusun tesirini azaltmak için koşarak mutfak tezgahındaki paslanmış musluğa yöneldi. Paslıydı, belki yirmi sene önce takılmıştı buraya. Öylesine kireç tutmuştu ki borusu, su artık ip gibi akıyordu. Neyse ki bu su ona yetmişti. Gördüğü kabus öylesine delirticiydi ki yattığı kanepenin sökülmüş ipliklerinden süngerleri çıkarmış, tam elinin altındaki yer koca bir deliğe dönüşmüştü. Bu yıkık dökük odanın ona iyi gelmediğine emindi. Duvar kağıtları bir zamanlar çok güzel olabilirdi, üzerindeki güller daha canlıydı belki de. Yerdeki ahşap parkeler kırık olmazdı ve düzgün bir kanepede yatabilir tertemiz cilalı bir sehpaya koyabilirdi eşyalarını. Şimdiyse içeriye tüm soğuğu geçiren, zamanında bir çocuk tarafından atılmış olabilme ihtimaline ilişkin ufak bir kırık bulunan, yılların etkisiyle sararmış bir penceresi bulunan ve tek omuzla yere kapaklanacak bir kapıya sahip bu köhne yerdeydi. Buradan hemen ayrılmaya koyuldu. Öncelikli kimliğini belli etmemek amacıyla kendinde ufak değişiklikler yapmaya karar verdi. Saçlarını ıslatıp alnına yasladı ve elindeki birkaç makyaj malzemesiyle de kendine yeni bir görünüm kazandırdı. En meşakkatli iş göz makyajıydı. Neyse ki barlardan edindiği bir arkadaşı sayesinde bu işte uzman olmuştu ve basit bir göz kalemiyle kendine uzak doğulu havası verebiliyordu. Allıkla ortaya çıkardığı elmacık kemikleri ve dudağını iki kat kalınlaştıran kahve rujuyla bambaşka bir kız olmuştu. Hatta kendinden oldukça olgun görünüyordu Rose 2 . Çantasından çıkardığı mavi elbiseyi giydi ve ufak aynasıyla dış görüntüsüne bakmaya çalıştı. Tek noksanlık kirlenmiş spor ayakkabılarıydı. Onları da idare etmek zorunda kaldı. Dar, yuvarlak merdivenlerden aşağı inip göbekli adama iki haftalık kirayı ödedi ve çıktı. İlk durağı ünlü kaçak silah satıcısı Molla olacaktı.
Adam yamalı örtüyü çektiğinde gözlerine inanamadı. Burası bir cephane olmalıydı, terk edilmiş pis bir cephane… Etrafta dayanılmaz bir yağ kokusu vardı, insanı tiksindiriyordu. Zorlukla seçebildiği silaha 200 papel ödedi. Adamın siyah sakalları ve ürkütücü görünümü her ne kadar sıkıntıya düşürdüyse de soğukkanlılığını korumaya çalışmıştı. Silahı çantasına atıp Carlos’un evine, Raynikendorf’a gitmek için taksiye atladı. Adresi söyledikten sonra içindeki boşluğun farkına varabildi. Apaçık belliydi, dünden beri ağzına tek bir lokma girmemişti. Taksici derdini anlayınca insancıl çıkıp torpidodan bisküvi çıkardı. Bu nazik davranışa Rose ancak “ Teşekkür ederim,” diyerek karşılık verdi. Bir yandan bisküviyi ağzına atıyor bir yandan da şehri seyrediyordu. Yolun sağındaki gökdeleni gördüğünde elleri buz kesmişti. Boğazında koca bir düğüm oluşmuş, boğulacak gibi hissediyordu. O bina Carlos’la tanıştığı binaydi. Muhasebede çalışan uzun boylu esmer çocuğu ilk gördüğünde onun gerçek aşkı olacağına inanmıştı, lanet olası bir adam olacağına değil… taksicinin sesiyle daldığı pencereden kafasını döndürdü ve birkaç yirmiliği adama uzattı. Sona doğru yaklaştığını hissetmek tüm algılarını harekete geçirmişti. O eve endişe dolu bakışlarla ilerliyordu. Merdivenlerin her basamağı ona Everest’e çıkıyormuş gibi hissettirse de kapının önüne geldiğinde artık çok geç olduğunu kavramıştı. Değiştirmemişse elindeki anahtar kapıyı açabilecekti. Şanslıydı ki Carlos korkak tavuğun teki değildi ve katil sevgilisine verdiği anahtarın kilidini değiştirmemişti. Her zamanki gibi televizyon başında tıkınıyordu. Gelen kapı sesiyle arkasına dönmüştü, yüzünün aldığı hal akıl almaz boyuttaydı. Rose’un kontrolsüz gözyaşları ve çığlıkları onun histeri krizinde olduğunun açıkça göstergesiydi. “ Nasıl yaptın ha nasıl ? Hiç üzülmedin mi, benim sevgilim nasıl adam öldürür diye kahretmedin mi kendini ? Kilidi bile değiştirmeye gerek duymamışsın ha , nasıl nasıl ?” sürekli aynı cümleyi tekrar ediyordu. Carlos ise umutsuzca “ Sakin ol !” diye dürtüyordu Rose’u. Bir anda elindeki çantayı fırlatan kız yüzündeki makyajı da eliyle suratının her bir köşesine yaymaya başladı. O arada bile tekrar ediyordu sözlerini. “Nasıl, nasıl, nasıl ?” diye çığlıklar atıyordu. Carlos’un tüm çabası nafileydi. Linnie’si öyle bir kriz geçiriyordu ki dudakları şimdiden uçuklamıştı. Rose ise öylesine kontrolden çıkmıştı ki soyunmaya başlamıştı. Önce elbise sonra iç çamaşırları derken çırılçıplak Carlos’un karşısına geçmiş “Yetmedi mi lanet olası, yetmedi mi ?” diyerek ağlamaya devam etmişti. Hala tekrarlıyordu ve çığlıkları dayanılmaz bir seviyeye ulaşmıştı. Komşular sesleri duyuyor, kırılan eşyalardan ve kızın çığlıklarından çekinip araya giremiyorlardı. Sonra birden sessizlik çöktü. İnsanlar tartışmanın bitiği hissiyle bir nebze olsun rahatladı. Ama hiç de sandıkları gibi değildi. Kız sevgilisinin üzerine atlamış ve çantasından aldığı bıçağı o esmer boyunda gezdirmeye başlamıştı. Bir yandan ise tutkusuna karşı koyamamış öpebildiği kadar öpüyordu yüzünü, dudaklarını… Carlos ise dehşetle kızın yüzüne bakıyordu o sırada. Umutsuzdu, o yaşlı çift gibi vahşice bir cinayete kurban gidecekti. Hem de sevgilisi olacaktı katili, inanılır gibi değil ! Kız betonun soğukluğuna soğukluk katıyor, televizyondaysa neşeyle gülen çocukların şarkı söylediği bir çikolata reklamı oynuyordu. Lacivert koltuk takımına kabuklu fıstık dökülmüş, ufak bir kaseyse yerde titrek bir halde duruyordu. Televizyonun paralel olduğu duvarda boydan boya çeşitli gazete haberleri asılıydı. Kimi 1980’lerden kalma kimiyse Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla ilgili bir dolu haber… Rengarenk perdeler bile kızın soğukluğuna karşı koyamıyordu. Kafasını sevgilisinden kaldırıp son bir kez baktı ‘sıcak’ yuvasına. Yatmadı diye mi bu noktaya kadar gelmişti her şey ? Eve de elveda dedikten sonra tüm gücünü toplayıp şeytanice gülümsedi. “Yaşlı çifte çok üzüldüysen ziyaret edebilirsin.” Carlos gözlerini kapamış o lanet anı bekliyordu. Hayatında ilk kez yapılı bir adam olmayı istemişti. Hatta ilk ve son kez !
Şah damarından fışkıran kana ellerini götürdü, adeta onun kanıyla banyo yapıyordu. Ama bir kez bile dilini sürmedi. Sanki zehirmişçesine baktı ama tenine iyi geliyordu işte. Çırılçıplak bedeni kana bulanmış Carlos ise yavaş yavaş soluk bir tona bürünüyordu. Omzundan akan kanı takip etti ve artık zamanın geldiğine emindi. Silahını eline aldı ve bebeğiymiş gibi okşadı onu. Silaha binlerce kez hürmet ediyordu adeta. Boynundaki kanı Carlos’un tişörtü ile sildi ve her zamanki noktayı buldu. Her hareketiyle dans ediyormuş edası yaratıyordu. Elini son bir kez sevgilisinin bedeninde gezdirdi.Her noktasını karış karış ezberlermişçesine… Ardından hızlıca silahı boynuna götürdü, gülümseyerek ölmek istemişti her zaman ve öyle yaptı tetiğe bastığında gülümseme hep orada duracaktı. Emindi ki ne cennet ne de cehennem onu kabul edecekti. Boşluğa hapsolmak fikrine alışmıştı bile ve tekrar emindi ki toplumun ne kadar yozlaştığına tüm ülkesi adına büyük bir örnek teşkil edecekti. İnsanlar Rose olmaktan korkacaktı. Ama kimse sanmamalıydı ki o bir vampir; o sadece yıllardır bilinmeyen psikopat bir kan bağımlısıydı, akıl almaz bir katildi. İnanması güçtü belki ama insanlar sadece bir efsaneye inanmayı sürdürecekti, bir vampir efsanesine. Kim bilir belki böylesi çok daha iyiydi…